| 
	harika bir Temmuz akşamında Beyoğlu’da Tomtom Kaptan 
	Sokağı’na inen dik yokuştan aşağıya doğru ilerlemeye çalışırken heyecandan 
	dizlerim titriyordu. Yokuşun sonunda, sağda tüm ihtişamıyla yükselen Venedik 
	Sarayı’nın kapısında görevliye adımı söyleyip, girişi hiç de kolay olmayan 
	bu tarihi yapıya adımımı attığımda heyecanım da giderek artmıştı. O gece, 
	Türk-İtalyan ilişkilerinde yepyeni bir sayfa açacak olan Paflagonia 
	Projesi’nin İtalya’dan sonra Türkiye’de ilk kez basına tanıtımı yapılacaktı. 
	İki ülkenin resmi yetkililerinin de hazır bulunduğu kokteyl boyunca hep 
	ortak tarihimizden, birbirini etkileyen kültürlerimizden ve en çok da bu 
	saraydan söz edildi. Pera’ya Beyoğlu denmesinde rolü olduğu var sayılan ünlü 
	Venedik Elçisi Andrea Gritti de bu sohbetlerde hep bizimle gibiyidi. 
	 
	Kırmızı halılar, mermer heykeller, ahşap oymalı kadife 
	koltuklar ve değerli tabloların bulunduğu bölümden geçerken sağ tarafta son 
	derece zarif detaylar sergileyen merdivenin sağlı-sollu ikiye ayrılarak bir 
	üst kata uzanan basamaklarına gözüm takıldığında, bir an hayallere daldım. 
	Az önce, girişte duran tahtırevan dikkatimi çekmişti. Osmanlı’nın güzel 
	başkenti İstanbul’da Venedik elçisi olarak bulunan “Bailo”lardan biri 
	semtteki ziyaretlerini, dört hizmetkarının omuzlarında, bu tahtırevanda 
	tamamlayıp sarayına döndükten sonra, bu kırmızı halıların üzerinde 
	yürüyerek, buradaki zarif merdivene ulaşmış ve sonra da ikinci kattaki geniş 
	şömineli salona doğru ilerlerken hemen yanımdan geçivermişti sanki. 
	 
	Bizans’tan Osmanlı’ya  
	Aslında, İstanbul – Venedik ilişkilerinin tarihi neredeyse 
	bin yıl geriye uzanıyordu. Venedik’in 697’den itibaren  bir şehir-devlet 
	olarak Venedik Dükalığı’na dönüşmesinin ardından Venedikli denizci- 
	tacirlerin, o günlerin en büyük pazarı olan Konstantinopolis’i 
	keşfetmeleriyle başlayan ticari ilişkiler,  992 Mart’ında Bizans İmparatoru 
	II. Basileios  ile imzalanan anlaşma sonrasında gelişen diplomatik 
	ilişkilerle bu iki kentin bağlarını güçlendirmişti.  
	Zaman içinde, İstanbul’da yerleşik olarak yaşamaya başlayan 
	tacirlerle birlikte buraya Venedik’ten elçilik heyetleri de gelip gitmeye 
	başladı. Bizans İstanbul’unda Venedik’in gönderdiği elçilere “bailo” 
	deniyordu. Osmanlı İstanbul’unda ise onlar “balyos” olarak anılırlardı. 
	Yabancı bir ülkede yerleşik elçilik bulundurma fikri ilk olarak Venedik ve 
	Cenovalılar’dan çıkmış, İstanbul 11.y.y.dan itibaren Venedik elçilerine 
	kapısını açık tutmuştu. Fatih’in 1453’te İstanbul’u fethetmesinin ardından 
	Venedik’le imzaladığı Lodi Anlaşması gereği balyosların görev süresi bir 
	yılla sınırlandırılken, 1479 anlaşması ile iki yıla çıkartılmış, 1503’te ise 
	bu süre 3 yıla kadar uzatılmıştı. Bunun nedeni, sonraları Venedik ve 
	İstanbul ilişkilerinin tarihi sürecinde en dikkat çekici karakterlerden biri 
	olan Andrea Gritti’nin Venedik Dükü olmazdan önce İstanbul balyosu olarak 
	göreve başlaması ve Osmanlılar ile Venedik adına yeni bir anlaşmaya imza 
	atması olmuştu. İstanbul’daki görevden dönüşlerinde balyosların Venedik Dükü 
	 seçilmesi Venediklilerin İstanbul’a verdikleri değerin bir göstergesi idi. 
	Bu nedenle, Venedik hükümetinin elçileri için, daha önceleri Haliç’in karşı 
	kıyısında bulunan mütevazı ikametgahları yerine Pera tarafında görkemli bir 
	saray yaptırma kararı alması da yine bu döneme, 16.y.y. başlarına rastlar. 
	Günümüzde bu ilk elçilik sarayından bir iz kalmasa da, o döneme ait bir 
	elçilik mektubunda adres olarak “ Pera Bağları” yazılmış olması bunu 
	kanıtlar.   
	*****    *****      
	Dış cephesinde Venedik bayrağında da yer alan ve Aziz Mark’ı 
	sembolize eden “kanatlı aslan” kabartmasının bulunduğu bu göz alıcı saraya, 
	ikinci kez,  dünyaca ünlü Murano camlarının birkaç yüzyıllık örneklerini 
	İstanbul’a taşıyan   bir sergi nedeniyle gitmiştim.  Binaya girmeden önce, 
	giriş kapısının hemen üzerindeki kabartmaya baktım uzun uzun... Venedik 
	elçilerinin önceleri yaşadıkları, Haliç’in öbür kıyısındaki ahşap 
	konaklarının önünde de böyle bir sembol yer alıyor olmalıydı ki, şu an hiç 
	izi kalmayan bu konak, kayıtlara geçerken bulunduğu mekan olarak “Aslanlı Ev 
	Mahallesi” yazılmıştı.  
	Şimdiki “Aslanlı Ev”in son halini aldığı inşa çalışması, 
	dönemin balyosu Andrea Memmo tarafından başlatılmıştı. İki İtalyan ustanın 
	yürüttüğü yenileme çalışmaları 1781 yılında bittiğinde ortaya eskisinden çok 
	daha görkemli bir saray çıkmıştı. Yapıya eklenen galeri katına çıkan çift 
	kollu merdiven bu dönemin eseriydi. Tam ortaya, Marc Antonio Giustiniano’nun 
	büstü yerleştirilmişti.   
	*****    *****  
	Sarayı üçüncü ziyaretimde, mimari özelliğiyle heyecan 
	yaratan bu merdivenin kırmızı halılarla kaplı basamaklarından galeri katına 
	çıkarken yanımda, Roma’nın Nemi’sinden gelen bir İtalyan heyet ve bizi 
	karşılayan İstanbul Başkonsolosu da vardı. Başkonsolos eşliğinde sarayın 
	özel bölümlerini ilk kez gezerken kendimi Venedik’teymiş gibi hissettim. 
	Galeri katında yer alan salonların duvarları İstanbul – Venedik ilişkilerini 
	ortaya koyan, dönemin önemli sanatçılarına ait değerli tablolarla 
	bezenmişti. Topkapı Sarayı önünde Venedik Elçisi için düzenlenen karşılama 
	töreni, kortej geçişi, Elçi’nin Sultan’a takdimi, Venedik Elçisi’nin onuruna 
	verilen ziyafette tüm diğer ülke elçileri birlikte Topkapı Sarayı’ndaki 
	görüntüleri paha biçilmez değerdeki antika Murano avizelerinin aydınlattığı, 
	Venedik’in renkleri kırmızının ve altın tonlarının hakim olduğu salonlarda 
	sarayın sahip olduğu en eski ve en değerli parçalar olarak yüz yıllara 
	meydan okur gibiydi.   
	***    ***    ***  
	1797’de Napolyon tarafından ele geçirilen Venedik, sahip 
	olduğu tüm değerlerle birlikte bu gösterişli sarayı da Fransa’ya bırakmak 
	zorunda kalmış ve burası 1815’e kadar Fransız elçilerinin ikametgahı 
	olmuştu. Viyana Anlaşması sonrası Avusturya’nın eline geçen saray Avusturya 
	Elçiliği’ne dönüştürüldükten yüz yıl kadar  sonra, 27 Mart 1919’da yeniden 
	İtalyanların olmuş, ama bu süre içinde Venedik Cumhuriyeti 1866’da, 1861’de 
	kurulan İtalyan Birliği’ne bağlandığı için, bu saray da İtalyan Elçilik 
	Sarayı olarak anılmaya başlamıştı. Bahçedeki revaklı bölümde korunan mermer 
	“kanatlı Aslan” kabartmasının altında bu süreci anlatan kısa bir yazı vardı. 
	Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara olduktan sonra tüm 
	büyükelçilikler oraya taşındığı için, İstanbul’daki bu saray, İtalyan 
	Büyükeçisi’nin İstanbul’daki resmi ikametgahı olarak, bahçesindeki diğer 
	yapılar da İstanbul Başkonsolosluğu tarafından ofis olarak kullanılmaya 
	başlandı.   
	Venedik Sarayı, Pera’nın muhteşem Boğaz manzarasına sahip 
	noktalarından birinde inşa edilen ilk elçilik sarayı örneklerindendir. 
	Osmanlılarla ilişkilere son derece önem veren Venediklilerin 1555’te bir 
	okul kurarak Osmanlıca öğrenmeleri için gençleri İstanbul’a gönderdiği 
	bilinir. Sarayın hemen yanında bulunan İtalyan Lisesi de bu geleneğin bir 
	ürünüdür.     
	*****    *****  
	Venedik Sarayı’nı son ziyaretim, 2004 Şubat’ından beri 
	Ankara’da görev yapan Büyükelçi Carlo Marsili’nin daveti üzerine 
	gerçekleşti. Bizi karşıladığı çalışma odasının bir duvarında Venedik’i Acqua 
	Alta döneminde tasvir eden ilginç bir tablo vardı; San Marco Meydanı’nda 
	dolaşan gondollarla... Diğer duvarda da, İtalya ile  Osmanlı ilişkilerinin 
	resmen başladığı tarihte İstanbul’da elçi olarak bulunan Giacomo Durando 
	(1856-1861)’dan başlayarak bugüne kadar görev yapmış tüm İtalyan 
	Büyükelçilerin sırayla dizilmiş görüntüleri. Marsili, bir yandan 2006’da 
	150. yılını kutladığımız ikili ilişkiler nedeniyle Ankara ile Roma’nın, 
	İzmir ile Ancona’nın ve İstanbul ile Venedik’in “kardeş kent” olduklarını 
	anlattı büyük bir mutlulukla, bir yandan da bize tüm odaları gezdirirken 
	“eşi Türk olan tek Büyükelçi benim”, dedi gururla.  
	Toplantı salonundaki uzun masayı çevreleyen ahşap koltuklara 
	dokunuduğumda  burada birkaç asır öncesinde yapılmış olan hararetli 
	görüşmeleri, elçinin Venedik’e dönüşte Senato’da Dük’ün huzurunda okuyacağı, 
	“relazioni” denen o çok değerli “sefaretname”sini aylar boyu dikkatle kaleme 
	alışını, bu masada bembeyaz Burano dantelleri üzerinde değerli porseleneler, 
	Murano kristalleri ve gümüş takımlarla hazırlanan gösterişli  ziyafet 
	sofralarını, Karnaval dönemlerinde verilen çok renkli baloları düşündüm. 
	Vivaldi ezgileri kulaklarımda çınladı...  
	*****    *****  
	Bu sarayın en gizemli yeri, alt katında her türlü tehlikeden 
	uzak tutulmak üzere koruma altına alınmış arşivi olmalıydı. Yazışmalar, 
	anlaşmalar, raporlar, tutanaklar ve  kim bilir daha neler neler... Büyük bir 
	bölümü, raflarının toplam uzunluğu elli kilometreye ulaşan Venedik Şehir 
	Arşivi’nde, en eskisinin tarihi 1094’e uzanan belgelerle birlikte Venedik’te 
	saklanıyor olsa da, bu saray bir anlamda İstanbul’un da tarihini 
	anlatıyordu.  
	Carlo Marsili, bizi uğurlamazdan önce, tarihi yeniden 
	canlandırmak ister gibi, girişteki tahtırevana yöneldi. Pera’da önemli bir 
	ziyaretten dönen bir “bailo” edasıyla, tahtırevanın önünde olanca 
	sıcaklığıyla son görüntüyü çekmemize izin verdi.     Emel ALTAN EGE - 
	12 Şubat 
	2007  İstanbul
 
	    
Bu makale 
Sayın Emel Altan Ege tarafından sitemizde yayınlanması
amacıyla ItalyaOnline.Net'e yollanmıştır.  
Kendisine teşekkür ederiz.  
                       |